24 Eylül 2015 Perşembe

HİNDİSTAN DİYARI - 1.Gün Delhi

20 Eylül 2015

Biletimi ucuz olsun diye aktarmalı aldım. Böylelikle Antalya- İstanbul gidiş dönüş uçak bileti ve vize almak için Ankara’ya giderek yaptığım tüm masraflar beleşe gelmiş oldu yani THY’nin direk uçuşuna kıyasla. Daha önce Uzak Doğu’ya yaptığım seyahatlerde Türkmenistan Havayollarını kullanmıştım. Biletler ucuz ancak hizmet kalitesi pek iyi sayılmazdı. Bu sefer Air Astana’yı tercih ettim –Türkmenistan Havayolları’ndan bile ucuz- ve hiç pişman olmadım. Tanrı Skyscanner’ı korusun. Gıcır gıcır uçak, yastık, battaniye, seyahat kiti,  içki (bu tarz ucuz uçuşlarda olmuyor pek) , yemek, film ve müzik servisi ile yüzümü güldürdü. İstanbul- Almaata uçuşu gayet rahat geçti.  Almaata havaalanı gayet güzel, düzenli. Aktarmalı yolcular olarak alt kata geçtik. Küçük bir bekleme salonu var ama biz uçuş saati geldiğinden doğrudan uçağa geçtik. Uçak bir öncekiyle aynı standartlardaydı ve Delhi uçuşu da oldukça rahat geçti.

Indra Gandi hava alanı güzel ve düzenli. Uzun süre yürüdükten sonra pasaport kontrole ulaştım. Memur parmak izimi aldı ve homurdandı, ne dediğini pek anlamadım önce. Pek İngilizce konuştuğunu söylenemese bir sorun olduğunu anladım. Birkaç kez daha bastım parmağımı, olmadı bir türlü. Üstünü çağırdı, konuştular uzun süre. İçimden “Hindistan’a gelirken parmak izimi değiştirdim de!” diye bir espri yapmak gelse de kendimi tuttum.  Biraz daha tartıştıktan sonra geçmeme izin vermeye karar verdiler. Bu sefer de çantam çıkmak bilmedi bir türlü. Hah dedim, bir bu eksikti, aktarmada gitti çanta. Londra uçuşuyla aynı bantı vermişler, milyon çanta geçiyor benimki yok. Artık ciddi tırsmaya başlamıştım ki ayrı bir araçla getirdiler çantayı.

Dışarı çıktığımda inanılmaz sıcak bir hava karşıladı beni. Sıcak olmasını bekliyordum ama kafamdaki böyle bir şey değildi kesinlikle. Harıl harıl yanan bir ocağın içine girmek gibi dersem anlarsınız herhalde. Hava alanına fazla uzak olmayan otelime gidip dinlendim bir süre. Akşamüzeri couchsurfing ten Anu ile buluşup Kızıl Kale'ye gittik önce. Yol boyunca gördüğüm Delhi bana anlatılan, okuduğum Delhi değildi kesinlikle. Geniş yollar, inanılmaz bir yeşillik, güzel binalar. Burasının büyük elçiliklerin bulunduğu alan olduğunu öğrendim. Kızıl kuleye geldiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştım. Rengarenk sarileri içindeki kadınları görünce gözlerim kamaştı. O kadar güzeller ki insan gözünü alamıyor bir türlü. Aynı şekilde onlar da beni süzüyorlar yanlarından geçerken.  Anu biletleri almaya gitti. Geldiğinde giriş biletinin Hintliler için 10 rupi yabancılar içinse 250 rupi olduğunu, benim için de Hintli bileti aldığını, bu sebeple kapıdan geçerken kesinlikle konuşmamamı tembihledi. Kapıda ve arama noktasında ağzımı açmadım. Hintliye çok benziyor olmalıyım ki kimse bir şey demedi. Kalenin içi çok büyük. İçeri girer girmez içimi tarifsiz bir huzur kapladı. Yavaştan kararmaya başlayan hava,  hafif bir rüzgâr, kuş cıvıltıları, uçsuz bucaksız bahçeler, binalar, rengârenk giyinmiş insanlar. Seveceğimi biliyordum diye geçirdim içimden. Hindistan beni çok güzel karşıladı, şükürler olsun. Hiç ayrılmak istemesem de Eski Delhi’ye gitmek üzere çıktık.

Eski Delhi’yi nasıl anlatsam, daha önce böyle bir yer görmedim hiç. Öncelikle şehrin trafiğiyle ilk burda karşılaştığımı söyleyebilirim. Pazar günü olması sebebiyle geçtiğimiz geniş yollarda trafik akıyorken burda neredeyse birbiriyle iç içe geçmiş arabalar, rikşalar, otobüsler, tüm bunların arasında sakin sakin yürüyen inekler, keçiler, insanlar bir arada. Etraf çöp içinde, yol kenarına tezgâh açmış işportacılar, sokak satıcılarının ızgaralarından çıkan dumanlar, açıkta sergilenen etler, keskin bir koku, tam bir keşmekeş.  Tüm bu curcunanın arasında zar zor ilerlememize rağmen garip bir şekilde ortamdan hiç rahatsız olmadım. Aksine, sadece güldüm, ortam o kadar absürttü ki elimden başka bir şey gelmedi. Yanım da bir Hintliyle değil de yalnız gitseydim aynı şekilde hisseder miydim bilemiyorum tabi. 
Yolumuzu zorlukla bulup meşhur restaurant  Karim’e gittik. Burası bizim Sultanahmet Köftecisi gibi meşhur bir yer anladığım kadarıyla. Ben de bir seyahat bloğunda okumuştum burayı. İçerisi meşhur bir yerden çok sıradan bir esnaf lokantasına benziyordu. Bizim adanaya benzer bir kebap söyledik bir de keçi eti. Kebap değişiklik baharatlı olmasına rağmen güzeldi, yedim. Yerken aklımdan sürekli okuduklarım geçiyordu, et yemeyin, baharatlı yemeyin. Hasta olma ihtimalini düşünmek insanı oldukça zorluyor. Sonra keçi eti geldi ve saniyesinde yiyemeyeceğimi anladım, dokunmadım bile. Karnım doymadığı için dal söyledik. Dal bizim mercimek çorbasına benzeyen bir yemek. Gayet lezzetliydi aslında ama o kadar acıydı ki birkaç kaşık aldıktan sonra bırakmak zorunda kaldım. Böylelikle meşhur Karim’den karnım pek doymadan, az sayılmayacak bir miktar ödeyerek ayrıldık.


Akşam olduğundan camiyi atlayarak doğrudan Güney Delhi’ye geçtik.  Güney Delhi şehirdeki varlıklı kesimin yaşadığı bölge. Yollardan, dükkânlardan, evlerden anlaşılıyor hemen. Haus Khas bölgesine gittik. Girdiğimiz ilk yerde salsa gecesi vardı. Kızlar ve erkekler o kadar şıktı ki ben güdük kaldım  biraz gündüz ki kıyafetimle gittiğimden. Sonra başka bir yere geçtik. Pazar gecesi olmasına rağmen her yer inanılmaz kalabalıktı. O gece bayanlar gecesi olduğundan 22.30 a kadar bayanlara içecekler ücretsizmiş. Müzik, ortam, her şey çok güzeldi, dans edip eğlendik. Gece hayatı 24 gibi bitiyormuş, biz daha erken ayrıldık. 

HİNDİSTAN DİYARI -Giderken

19 Eylül 2015

İşte sonunda gidiyorum. Şu anda Hindistan’a gitmek üzere uçaktayım. Gitme fikri ilk ne zaman çıktı bilmiyorum. Fotoğraf kulübüne gittiğim zamanlar- sanırım 4 yıl kadar önce- Hindistan’la ilgili bir sunum yapılmıştı. Oradaki fotoğraflar beni çok etkilemişti. Rengârenk giysileri içindeki Rajastanlı kadınlar, sokaklarda dolaşan boyanmış filler, Varanasi’deki ghatlarda dua eden , Altın tapınakta hep beraber yemek yiyen insanlar. Fotoğraflarda en çok dikkatimi çeken şey insanların gözlerinin içinin gülmesiydi. Sanırım ilk tohumlar o zaman atılmıştı.

Yoga yapmaya başladıktan sonra başka bir bağlantı kuruldu Hindistan’la. Yoga eğitimi almak için Himalayalar’a , Mysore’a  gidenlerin yazdığı blogları okudukça daha bir merak eder oldum bu değişik ülkeyi. Geçen yıl da gitmeye karar verdim.  Araştırmalarımı yaptım. Ekim ayı gitmek üzereyken ne olduysa oldu, vazgeçtim birden, sanırım cesaret edemedim. Sonra da Hindistan’a mı gitsem yoksa başka ülkeye mi derken bir türlü olmadı.  Her şeyin bir zamanı vardır ya, hazır değildim belki de. Nedenler önemsiz, şu anda uçaktayım ve sabah Delhi’de olacağım.

Hindistan’a gitmek, hem de yalnız bir kadın olarak gitmek kulağa biraz ürkünç geliyor biliyorum. Ben de başlarda korkmadım değil. Tek başıma o kadar süre ne yaparım, yolumu yönümü nasıl bulurum diye endişelendim. Biraz da korkunun etkisiyle bu sefer çok daha kapsamlı bir araştırma yaptım. Gördüm ki yalnız seyahat eden kadın sayısı hiç de az değil. Hem yabancı hem de Türk bir sürü kadın bu ülkeyi tek başına dolaşmış. Onlardan da aldığım cesaretle yaparım dedim, giderim ben de, neden gitmeyeyim ki? Hayat beklemeye değmeyecek kadar kısa.

Araştırdıkça gördüm ki bu ülkede seyahat etmek hiç de kolay değil. Trafik berbat, yollar bozuk, 200 km yi 6 saat olarak hesap edin diyen yazılar okudum. Trenler çok kalabalık, bilet almak zor.

İnsanların bakışlarına hazırlıklı olun, hem de ruhunuzu çalacakmış gibi bakışlarına. Pazarlık yapmadan bu ülkede hayatta kalmanıza imkân yok, ölümüne pazarlık yapın. Otobüs, tren garlarında üzerinize üşüşen insanlardan yılmayın. Dolandırıcılığa karşı çok dikkatli olun. Filtrelenmiş de olsa açık su içmeyin, sokaktan yemeyin. Sivrisineklere karşı dikkatli olun. Akşamları maske takmadan dolaşmayın. Yanınızda mutlaka çarşaf bulundurun. Okuduklarım genelde bu tarz şeylerdi.

Etrafımdaki insanlar da aman ha aşı olmadan gitme, yanında yemek götür, ilaç almayı unutma, ne yapçan ki orda, gidecek başka bir yer bulamadın mı diye yaklaşsa da yılmadım. Ara ara yahu madem bu kadar zor, deli miyim neden gidiyorum diye düşünsem de kararımdan dönmedim.

Dönmedim çünkü konuştuğum, yazıştığım herkes tüm bu zorlukları sıraladıktan sonra şöyle dedi; Hindistan herkesin mutlaka görmesi gereken bir ülke. Pushkar’daki ghatlarda yapılan Aarti’yi izlerken gözleri dolan adamı okurken benim de gözlerim doldu. Rishikesh’te Ganj’ın kenarında oturan kişinin ruhundaki dinginliği hissettim ben de. Zor diye vazgeçmemeye, sınırlarımı zorlamaya, çok değişik olsa da yeni bir kültürü kabullenmeye karar verdim.
Ülke o kadar büyük ki, rotayı çizmek hiç de kolay olmadı. Aslında güneyi de çok merak etmeme rağmen ilk sefer için kuzeyde bir rota çizmeye karar verdim. Tiz zamanda Kerala’yı gezmek için tekrar gelinecek yine de. Rotamın genel hatları belli olmakla beraber sürprizlere açık tutuyorum kendimi. Biraz da yol karar verecek nasıl akması gerektiğine. Delhi başlayıp Khajuraho'yla devam edeceğim. Gerisi Allah Kerim.


Ülke koşulları ve internet bağlantısı izin verdikçe beraber olacağız sizlerle. Hadi bakalım, başlıyoruz…

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Moskova halleri

Yurdunuzdan başka bir ülkede yaşamaya başlayınca, ülkenizde görmeye alışık olmadığınız her şey dikkatinizi çekiyor. İşte Moskova’da gözlemlediğim beni şaşırtan şeylerden ve davranışlardan bazıları.

-Arkasını döndüğü anda görünmez olduğunu zannedip, şehir içinde oraya buraya işemek
-Nasıl yürüyebildiklerine anlam veremeyecek kadar yüksek topuklu giymek
-Metroda, parkta, yolda mümkün olan her fırsatta okumak
-Sevgiliye çiçek almak
-Her yer ve durumda şampanya içmek
-Parkta güneş göründüğü anda üstte ne var ne yoksa çıkarıp güneşlenmek
-Suşi ve nargileyi aynı bünyede barındırmak
-Kadın erkek fark etmeksizin transparan giyinmek
-Marketlerdeki içki reyonlarının büyüklüğü ve çeşitliliği
-Tiyatro sayısının çokluğu
-Metro sisteminin gelişmişliği
-Bakkal çakkalda 1 ruble hesabının yapılması
-Parkta gezdirilen köpeklerin birbirine hiç ilişmemesi
-Ağlayan ve kucakta taşınan çocuk sayısındaki azlık

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bar Strelka

Norah Jones - Come Away With Me.mp3 by www.isantosh.com on Grooveshark
Strelka şüphesiz Moskova’nın en bilinen barlarından biri. Konumu sebebiyle kesinlikle bu ünü hak ettiğini söyleyebiliriz. Moskova nehrinin kenarında, Kropotinskaya’daki Kurtarıcı İsa Katedrali’nin karşısında bulunan barın manzarası harika.

Barın güzelliği ne yazık ki manzarasıyla sınırlı kalıyor. Hafta sonu barda yer bulmak çok zor, oturabilmek için nerdeyse 1 saat beklemek gerekiyor. Yiyecek menüsü sınırlı, fiyatlar yüksek, lezzetler vasat. Fazla sayıda garson olmasına rağmen servis çok yavaş.

Bununla beraber geniş bir içecek menüsü var, içecek kalitesi iyi, fiyatlar manzara göz önüne alındığında makul sayılabilir.

Beklemeyi dert etmem, yemek önemli değil diyorsanız, bir şeyler içip sohbet etmek için tercih edilebilecek bir mekan.

Bar Strelka
14, Bersenevskaya Embarkment
Metro: Kropotkinskaya
Harita için buyrun

Moskova'da mekânlar

Genel değerlendirme
Moskova’ya geldiğimden beri gittiğim yerlerin tümünde ortak bir nokta dikkatimi çekti; tarz eksikliği. Malum şehir büyük, her çeşitten mekân mevcut. Gel gör ki bu mekânların hiç birinde sahip oldukları tarza ait öğelerin tamamı mevcut değil. Bir mekânı güzel kılan bünyesindeki bütünlüktür bana göre; dekorasyonuyla, müziğiyle, menüsüyle. Burda gözlediğimse tamamen eklektik bir üslup.

Bir Meksika restoranına gidiyorsunuz diyelim (ki sayıları oldukça fazla); dekorasyon fena değil, hafiften benzetmişler. Menüye baktınız yemekler idare eder, arada birkaç alakasız yemek varsa da olsun. Sonra bir bakıyorsunuz, köşeden nargile çıkıyor! Hoppala diyorsunuz, ne alaka? Ama bitmiyor. Canlı müzik başlıyor, sahnede mor ve parlak giysiler giymiş Kuşum Aydın tadında iki adam bangır bangır Rus şarkıları söylüyor, masaları dolaşıyor. Müzik o kadar yüksek ki, konuşmayı geçtim, yemek bile yiyemiyorsunuz. Birbirinize bakıp soruyorsunuz, Meksika restoranında mıyız biz şimdi?


Suşi yemek istediniz diyelim. Mekân tamamen modern tarzda dekore edilmiş, Avrupa’daki bir bardan farksız içerisi. Suşi Uzak Doğu yemeği değil miydi? Menü geliyor, hayatımda böyle menü görmedim. Suşi var, pizza var, hatta çiğ börek ve dolma bile var! Yok yok yani. Müzik başlıyor, sahnedeki grup Blues çalıyor. Sonra bir de ne göreyim, nargile çıkmıyor mu köşeden!


Ve böylece ben Moskova’da bir mekân kurmanın formülünü çözüyorum,

1-      Menüde mutlaka suşi olmalı
2-    Nargile olmazsa olmaz
3-     Ne tarz olursa olsun müzik mutlaka çok yüksek olmalı, zinhar birbirinizi duymamalısınız

Biz de yemek yeme ve eğlenme genelde iki farklı mekânda gerçekleştirilirken (restoran & bar ) burda bu ayrımı pek göremiyoruz. Sadece canlı müzik dinlemek ve dans etmek için gidebileceğim bir bara rastlayamadım henüz.

Kulüplere giriş
Fazla gece kulübü meraklısı tipler değiliz ancak duyduğuma göre girişlerde “Yüz kontrolü” denen sistem geçerliymiş ve güvenlik tipinizi beğenirse içeri girebiliyormuşsunuz. Bize yabancıları genelde her yere aldıklarını söylemişlerdi ama tek denememiz olan, eşimin doğum gününde gittiğimiz kulüp Rus-Türk karma grubumuzu listede adımız olmadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Uzayıp giden kuyruğu düşününce içeride gerçekten yer olmadığı için rezervasyonu olmayanları almıyor olabilecekleri gibi, tipimizi beğenmemiş de olabilirler, bilemiyorum.

Sigara içmek serbest
Kapalı alanda sigara içme yasağı ne yazık ki restoran ve barlarda uygulanmıyor. Kapıdan girişte hangi bölümde oturmak istediğiniz soruluyor. Sigara içilen ve içilmeyen bölüm ayrımı pek çok yerde komik denecek derecede anlamsız. Sizin oturduğunuz masada sigara içilmezken yan masada içiliyor mesela. Kafanızın üzerindeki duman bulutuyla “Sigara içilmeyen!” bölümde yiyorsunuz yemeğinizi. Daha geniş alana sahip bazı yerlerdeyse bu ayrım katlarla sağlanmış, 1.katta içiliyor,2. de içilmiyor gibi.

Sipariş verme, hesap ödeme
Öncelikle kapıda karşılamadan başlayayım. En sıradan restoranlarda bile görevi sadece müşteriyi karşılamak ve oturtmak olan görevliler var. Oturduktan sonra bu kişiyi gördüğünüzde nafile yere sipariş vermeye filan kalkışmayın. Hiçbir surette sizinle ilgilenmeyecektir çünkü bu kişinin görevi sadece sizi oturtmaktır ve siz de artık oturuyorsunuzdur. Bu ülkede hiç kimse görevi dışındaki bir işi zinhar yapmamaktadır.

Bizim gibi Rusçayı hala konuşamayanlardansınız; garson geldiğinde ilk işiniz İngilizce menü sormak olacaktır. Arbat, Tverskaya, Kitay Gorod gibi turistik alanların dışında bir yerdeyseniz İngilizce menüyü unutun zira çoğu zaman bu yerlerde bile zorlukla bulunabilen bir nimettir kendisi. O yüzden elinizde, restoranda derdinizi anlatabileceğiniz birkaç Rusça cümle içeren bir el kitabı olması şiddetle tavsiye olunur.

Garsonunuz geldi siparişi verdiniz. Siparişinizi aldıktan sonra yarım saat ortada gözükmese bile siparişinizi başka bir garsona sormayın, çünkü o sizin masanıza bakan garson değildir ve size cevap vermeyecektir, bekleyin. Mümkünse tüm istediklerinizi aynı anda sipariş verin (tatlı dahil), bu size zaman kazandıracaktır.

Ve en zevkli kısım, hesap ödeme. “Mojna şöt pajalusta” deyip hesabınızı isteyin, şanslıysanız hızlı bir şekilde gelecektir. Ancak hemen sevinmeyin, hesap hızlı bir şekilde gelse bile siz parayı koyduktan sonra hesabı almaları asırlar sürebilir, çünkü bu insanların para gibi fani şeylerle işi gücü yoktur. Bu konuda o kadar kayıtsız davranırlar ki; sık sık “ Acaba para ödemem beklenmiyor mu? “ diye düşünebilirsiniz. Türkiye’de hesap burdaki hızda ve kayıtsızlıkta alınıyor olsaydı, hesap ödemeden kaçan insan sayısında büyük artış olurdu söyleyeyim.

 Bahşiş bırakmak beklenen bir davranıştır deniyor, biz %10 bırakıyoruz genelde.

15 Temmuz 2012 Pazar

Tsaritsyno Parkı




Moskova’daki parklara bayıldığımı her fırsatta dile getiriyorum. Bu beğeniyi bildirdiğim Rus arkadaşlardan sürekli aynı şeyi duyuyordum; Tsaritsyno Parkı’nı mutlaka görmelisin! Sonunda ısrarlara dayanamadım :)

Tsaritsyno Park’ı güneyde, 2 numaralı yeşil metro hattı üzerinde. Aynı isimli metro istasyonunun müze tarafından çıktıktan sonra tren yolunu geçin, işte karşınızda!
İlk olarak park önüne park etmiş gelin arabaları, limuzinler dikkatimi çekti. Limuzin demişken, biraz bahsedeyim. Ruslar limuzine bayılıyor, düğün arabaları için büyük çoğunlukla limuzin tercih ediliyor. Çok değişik renklerde (tamamen kırmızı, altın rengi, pembe ) olanlarını gördüm. Tüm arkadaşlar içeri doluşup şampanyalarını yudumlarken şehri turluyorlar. Bir nevi düğün konvoyu diyebiliriz; tek fark konvoyda tek araç olması! Aracın uzunluğunu hesaba katarsak bu bir sorun olmasa gerek :)

Parka adım atar atmaz birden gelinler, damatlar ve nedimeler tarafından kuşatıldık! İçerisi dev bir çekim platosu gibi. Dört bir yanda fotoğrafçılar, kamera çekimi yapanlar, en iyi kareyi yakalamak için canhıraş bir şekilde çırpınıyorlar.Konu Ruslar olunca poz konusunda sıkıntı çekmeye gerek yok elbette, seçenekler sonsuz.
Gelinlerden bazıları köprüye kilit takıp anahtarını suya attılar. Amaç aşklarını ölümsüzlüğe kavuşturmak sanırım. Damatların da aynı dileğe sahip olup olmadıkları büyük merak konusu :)

Bu da lolipop yalayan gelin,konulu!
Önüm,arkam,sağım,solum GELİN!
Fotoğraflardan da anlayacağınız gibi; Ruslar evlenmeyi seviyor! Bizde nasıl sünnet olacak çocuklar Eyüp Sultan’a götürülürse, burda da Tsaritsyno’ya götürülüyor. Daha önce Kızıl Meydan’da birkaç gelin görmüştüm ama burayla kıyaslanacak gibi değil. Yeri gelmişken; genç yaşta evlendikleri ve erken çocuk sahibi oldukları gözlenmiştir. Hala bekâr olan sevgili arkadaşlarıma duyrulur.
Bu kadar evlilik muhabbeti yeter, gelelim parka. Parkın bulunduğu alan 16.yy da Tsaritna Irina’ya aitmiş. İçeride gördüğümüz tarihi binalar 18.yy da inşa edilmiş. Arka tarafında büyükçe bir ormanın da bulunduğu alan 1984 yılında park olarak hizmete açılmış.
Fıskiyenin bulunduğu alanda müzik yayını yapılıyordu. Hoparlörden gelen seksenlerden kalma müzikleri duyunca köşe başından Nuri Alço’yla Ahu Tuğba çıkacakmışçasına irkildim.




İçerideki köprülerden birinin önden ve yandan görünüşü.
















İşte meşhur Tsaritsyno Sarayı. Sol tarafında Opera Binası bulunuyor. Her ikisi de 18.yüzyıldan.
                                        Ne yani,Ruslar poz verir de ben veremem mi!
Saray ve Opera Binası’nın arasından arkaya geçtiğinizde müzeye ulaşıyorsunuz. Müzenin önündeki heykellerle fotoğraf çektirenler pek bir eğleniyorlardı. Ben de üzerime düşeni yaptım. Bu iki centilmeni elimi tutma ayrıcalığından mahrum bırakamazdım.
Müzenin bilet kuyruğu oldukça uzundu, içeri girmedik. Hediyelik eşyaların satıldığı dükkâna bir göz attık. 












Keçeden yapılmış bu patiklere bayıldım. Geçen haftaki festivalde de keçeden yapılmış ürünler görmüştüm. Anladığım kadarıyla Rusların değer verdiği bir el sanatı. İklim soğuk olunca :)
Kısa bir ihtiyaç molasından sonra ormana doğru yürüdük. Yaşlı teyzem bir şey satıyordu kâğıt paketlerde, anlamadık ne olduğunu. Sonra İngilizce bir yazı dikkatimizi çekti, “Sincaplara tatlı ve tuzlu fıstık atmayınız.” Demek ki fıstık satıyor dedik.Çok geçmeden hınzır bir sincap tatlı oyunlarıyla bizi bizden aldı, onu ve sonradan ona katılan arkadaşlarını seyre daldık uzun süre.
Ormanda, içinde bitkilerin bulunduğu sera benzeri binalar vardı. Camdan fotoğraf çekmeye çalıştık ama dışardaki iki çiçek daha baskın çıktı.
Parka girmesine nasıl izin vermişler bilmiyorum ama gelin arabası gördük bir tane, pek bir güzeldi.
Dolaş dolaş bayağı yorulmuştuk. Hoş bir restoran görünce oturduk. Pek çok yerin aksine hafif bir müzik çalıyordu. Beyhude bir çabayla İngilizce menü istedik, elbette yoktu. Telefondaki sözlükten tek tek her kelimeye bakmak zorunda kaldık. Bakın, menüyü sökmeye çalışırken ne kadar da ciddiyim.
Çok güzel gitar çalan yaşlı bir amca masaları dolaşıyordu. Bizde müzisyenler masaları dolaşır, çalmaya başlar, sonra da parasını alır gider. Bu amcamsa “Para peşin, kırmızı meşin” hesabı; önce soruyor, para alacağı garantilenince çalmaya başlıyordu. Parayı vermeyen düdüğü dinleyemedi maalesef.

Yiyip, içip, dinlendikten sonra koro sesinin geldiği Ortodoks Kilisesi’ ne girdik. 
Hayır, yanlış anlamayın, videoda gördüğünüz aydınlık İsa Mesih’in içeri doldurduğu nur değil, avizeden yayılan ışığın parlaklığından kaynaklanıyor. Çekim hatası diyebiliriz :) Yine de ayin hakkında fikir vermesi açısından koyuyorum.Kameraya son bakışı atan teyze çekimin yasak olduğunu söyleyince ayinimiz son buldu.

Buraya kadar ki bölüm tarihi binaların bulunduğu alandı. Göl kenarından yürüyerek doğanın kendini gösterdiği diğer tarafa geçtik.


Bu taraftaki favorimse insanların sere serpe yayıldığı bu alandı. Biz de kayıtsız kalmadık, çimlere uzanıp müzik dinledik bir süre.
Orman içinden giriş kapısına geri yürüyerek gezimizi sonlandırdık. Siz de tarih ve doğayla bir arada olmak ve bol bol gelin görmek istiyorsanız bu parkı ziyaret edin mutlaka.

13 Temmuz 2012 Cuma

Ivan(a) Kupala


Ой, мороз мороз by Владимира Назарова on Grooveshark
Hafta sonu Ivan Kupala festivaline gittik. Festival Rusya ve Ukrayna’da yeni takvime göre 7 Temmuz, pek çok Ortodoks Kilisesi tarafından hala kullanılan eski takvime göreyse 24 Haziran’da kutlanıyor.

Tarihçeye gelecek olursak; sonradan Ortodoks Hıristiyan takvimine alınan festival aslında kökleri paganizme dayanan ve yaz dönümünde kutlanan, hasatın iyi olmasını amaçlayan bir bereket ayini. Kupalo’nun aşk ve hasat tanrısı olduğuna inanılıyor. Bereket festivali olması nedeniyle cinsel aktivitelerin aşırı olduğu festival Hristiyanlığın kabulünden sonra kaldırılmak istense de başarılı olunamıyor. Bu nedenle festivali Vaftizci Yahya’nın doğum günü kutlamalarıyla birleştiriyorlar. Festivalin adı Ivan (Vaftizci Yahya’nın Slav ismi) ve Kupala (Slav dilinde banyo yapmak kelimesinden türetilmiş) kelimelerinin birleşmesinden meydana geliyor.

Festivalle ilgili ayinlerin çoğu su ve bereketle ilgili. Kızlar çiçekten yaptıkları taçları nehre bırakıyorlar ve hareketinden geleceklerine dair anlam çıkarıyorlar, ateşin üzerinden atlıyorlar. Bu yönüyle bizim Hıdırellez’e oldukça benziyor aslında.

Festival yeri 2 numaralı yeşil metro hattı üzerindeki Kashirskaya ve Kolomenskaya istasyonları arasındaki; içinde tarihi binalar ve meyve bahçelerinin bulunduğu oldukça büyük bir yer olan Kolomenskoye Parkı.


Biz Kashirskaya istasyonu tarafından giriş yaptık. Girişte bizi hoş bir bina karşıladı. Burası Tsar Alexis Mikhailovich’e ait yazlık saraymış ve orijinali 17. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Şu an gördüğümüz halinin inşasına 1990 yılında başlanmış ve 2010 yılında ziyarete açılmış.

Parka girer girmez festival havası sarıveriyor insanı.Dört bir yandan gelen müzik sesleri, geleneksel kıyafetler giymiş insanlar, değişik yarışlarda kendini göstermeye çalışanlar...















Büyük sahnede dans gösterileri sergilenirken, değişik yerlerdeki küçük sahnelerde folk şarkılar söyleyen gruplar sahne alıyordu.
Yol boyunca kurulmuş küçük tezgâhlarda tahtadan yapılmış süs eşyaları, her türlü dokuma, hasır işleri, keçeden yapılmış aksesuarlar satılıyordu.





Yürürken geleneksel kıyafetler giymiş yaşlı bir kadın grubuna rastladık. Biz fotoğraf çektirmeyi düşünürken onların bizimle fotoğraf çektirmek için bizden daha hevesli olduklarını gördük :) Grup liderleri fotoğraflarımızı çekmeye başladı. Sonra birden şarkı söylemeye başlayarak bir daire oluşturdular ve dans etmeye başladık. Bizdeki halaya benziyordu dans, çok eğlendik.







Yürümeye devam ettik. Orta çağdaki savaşçıları anlatan bir temsile denk geldik.Tüm savaşçılar,kullandıkları silahlar,görevleri tek tek anlatıldı. 


Temsilin yan tarafında ok, bıçak, balta atma yarışmaları düzenlenerek halkın festivale katılımı sağlanıyordu. Yanımdaki Rus arkadaşın söylediğine göre; festival bu sene geçen senelere göre daha sönük geçiyormuş. Tüm gördüğümüz katılımcılar Rusya’nın değişik bölgelerinden bu festival için özel olarak geliyorlarmış.

Görecek yeni bir şey kalmayınca Kolomenskaya tarafına geçmek üzere yürümeye başladık. Harika elma bahçelerinin içinden geçtik. Moskova her geçen gün beni kendine daha da hayran bıraktırıyor; özellikle de parkları. Her gördüğüm parkı bir öncekine göre daha güzel buluyorum. Fikir vermesi açısından, parkın yukarıdan görünüşü aşağıdaki gibi.
Parkın içindeki Yükseliş Kilisesi mimari olarak Moskova’daki favorilerimden oldu. 16. Yüzyılda inşa edilen kilise 1994 yılında Unesco tarafından Dünya Mirası listesine alınmış. Sadece mimarisi değil, kilisenin bulunduğu yerden gördüğünüz Moskova Nehri manzarası insanı kendinden alıyor. Bahçesinde huzur duyduğum nadir tarihi mekânlardan biri.

Festivale dönecek olursak; Kolomenskaya tarafındaki alana tarihi bir köy kurulmuş. Anladığım kadarıyla katılımcılar sadece Rusya’nın değişik bölgelerinden değil, değişik ülkelerden gelmişler.
Tiyatro temsilleri yapılıyordu ama biz Rusça bilmediğimizden bir şey anlayamadık. Halkın tepkisinden anladığıma göre bir komediydi sahnelenen.
Sınırları belirlenmiş köyün içinde orta çağ yaşamından örnekler sunuluyor ve içeri ziyaretçi alınmıyor, dışarıdan fotoğraf çekebiliyorsunuz sadece.


Köyün sınırları dışında yine oyunlar oynanıyor. 
En çok seyirci toplayan oyun; iki kişinin bir sopaya başlarını dayayarak kendi etraflarında 10 kez döndükten sonra iki oyuncuya eşit uzaklıkta toprağa dikili olan çubuğu ellerindeki çubuklarla devirmeye çalışmakla ilgili olandı. Sersemlemiş oyuncuların gayretleri kalabalığı pek bir eğlendirdi.
Erken ayrıldığımız için gece kutlamalar nasıl devam etti bilmiyorum, eminim ateşler yakılıp üstlerinden atlanmıştır. Ancak festivalin gündüz katıldığım kısmı da oldukça coşkulu ve eğlenceliydi. Bir sonrakini sabırsızlıkla bekliyorum :)